Robinson Crusoe gerçekten yaşamış!..

Paylaşın:

Daniel Defoe’nun kaleme aldığı Robinson Crusoe’nun ada macerasını hepimiz okumuşuzdur. Hikâyedeki diğer karakter Cuma, nedense okuyanlara hep daha sevimli gelmiştir.

Boğulmak üzereyken bir adaya tesadüfen ayak basması, tesadüfen gemiden bir yığın malzeme alabilmesi ve yine tesadüfen hemen her çeşit bitkinin yetiştiği, balıkların sulardan taştığı, kuşların ve yenilebilir hemen her hayvanın bulunduğu bir adaya denk gelmesi; hikâyeyi okuduktan yıllar sonra “Yok daha neler!” dememize sebep olsa da, vakti zamanında aklımızın bir köşesinde yerini almıştır Robinson…

1600’lü yıllarda yazılmış bu hikâyeyi genelde, İbn Tufeyl tarafından kaleme alınan Hayy bin Yakzan’a benzetirler. Ancak bu benzetiş hayli havada kalmaktadır. İbn Tufeyl, ıssız bir adada hayvanlar tarafından büyütülen bir insanın, “dil” olmadan da hakikate ulaşabileceğini anlatır. Hikâyede üç karakter vardır. Hayy vahşidir, Absal mistiktir, Salaman ise sosyaldir. Hayy bir adada doğmuş ve bir ceylan tarafından emzirilmiş, vahşi hayatta yanlız büyümüş bir münzevidir. Diğer bir adadan gelen mistik Absal’la karşılaşması, hakikate akılla ulaşmaları anlatılır. Hayy ile Absal komşu adaya giderler, orada önce iyi karşılanırlarsa da sonra kendi adalarına dönmek zorunda kalırlar.

Hayy bin Yakzan hikâyesine daha çok Rudyard Kipling’in The Jungle Book’daki “Mowgli” hikâyesini benzetirler. Daniel Defoe’nun “Robinson Crusoe” adlı hikâyesi daha çok yaşanmış bir hikâyeye benzemektedir.

Gerçek Robinson Crusoe: Alexander Selkirk


Robinson Crusoe’nun ilk baskıları 1719 yılında yapılmıştı.

“Gerçek bir hayat hikâyesinden alınmıştır.” tarzı Hollywoodvari giriş cümleleri inandırıcılığını çoktan kaybetmiştir Gerçek hikayeler bazen o kadar “elden geçmiş” olurlar ki, gerçekle ilişiği olmadığı açıkça anlaşılır. Ama Robenson hikayesinde okuduklarımız daha önce yaşanmıştı. Elbette Daniel Defoe’nun yazdığı hikâye, bire bir gerçekleri yansıtmıyordu ama daha önce bir İskoçyalı, yanlız başına, dört yılını bir adada geçirmişti. Nasıl mı?

Alexander Selkirk, bir ayakkabı tamircisinin oğludur. Kavgacı karakterinden midir bilinmez, memleketinde kendisini sevenler birkaç kişiyi geçmez.

Memleketinden ayrılmayı kafasına koymuştur. Yelken açan korsan gemilerine kapağı atar. Sonra ver elini Pasifik!.. Bindiği Cinque Ports adlı gemide huysuzluğu depreşirse de kısa sürede geminin baş yelkencisi olur. Bir çöplükte iki horoz ötmez, Pasifik’te ise sayılamayacak kadar horoz vardır. Pasifik, büyük deniz demeyin, korsanlar aylarca denizde rastgele yol alır, eninde sonunda birbirleriyle burun buruna gelirler. Hâliyle sürekli birbirleriyle dalaşırlar. Rahat etmez, rahat da ettirmezler.

Bu karşılaşmalardan birinde meşhur korsan William Dampier’in gemileri çatışırlar. Savaş kızışınca Cinque Ports diğer gemilerden kopar ve su ve yiyecek ikmali yapmak için bir adaya yanaşır. Selkirk geminin durumundan memnun değildir. Gemideki arkadaşlarına “Ya gemi batarsa?..” diye fısıldar. “Yiyeceğimiz, içeceğimiz var. Burada kalsak ya!..” Fikir kimisinin aklına yatar, kimisi ise adada kalıp başka bir gemiyi beklemenin saçma olduğunu söyler. Fakat ister istemez gemicilerin gemiye güvenleri çatırdar, ayakları geri geri gitmeye başlar.

Uzun deniz yolculuklarında bir kaptanın gemi mürettebatına sahip olabilmesi kadar önemli bir şey yoktur. Bütün uzak yol hikâyelerinin kökünde ihmal veya isyan vardır. Geminin kaptanı Stradling, deniz kurtlarındandır, mürettebatın moralsizliğini anlar, ânında çözümünü de uygular. Bir köşede arkadaşlarını fitlemekle meşgul olan Selkirk’i yanına çağırır, herkesin duyabileceği bir sesle konuşur: “Biz gemiye binip gideceğiz. Burada kalmak istediğine göre, sen tek başına kalabilirsin.”

Bu gözdağı, mürettebatın aklını başına getirir, eşyaları sırtlanıp filikalara yollanırlar. Öyle ya yiyeceğiniz-içeceğiniz olsa da, ne zaman geleceği belli olmayan bir gemiyi beklemek akıl kârı değildir. Ne zaman geleceğini bildiğiniz bir gemi bile bazen bir ay gecikir, bir rüzgâr değişikliği gemilerin rotalarıyla oynar. Selkirk belki de o zaman büyük söz söylenmemesi gerektiğini anlar. Anlar da, iş işten geçmiştir. Kaptanın izni emir demektir. Selkirk, adada kalacaktır. Daha filikalar sahilden ayrılmadan pişman olur, gemiye geri alınmak ister. Gemi ufukta kaybolana kadar “köpekler gibi” yalvarır. Neden sonra kendisine bıraktıklarına bakar, kaptan vicdansızlık yapmadan lazım gelen miktarda lazım gelen malzemeleri bırakmıştır: Bir tüfek, barut, marangoz aletleri, bıçak ve kıyafetler…

Hikayenin gerçek hayattan alındığını okuyucu 100 yıl sonra öğrenebilmişti.

Selkirk, Robinson Crusoe gibi korkusuz bıçkın bir denizci değildir. Aksine deniz canavarlarından korkar, adanın iç kesimlerinden gelen sesler duyar. Bu yüzden sahildeki ufak bir mağarada yaşamaya başlar. Denizaslanları eş bulmak için adanın sahiline akın ettiklerinde, adanın içlerine gitmek zorunda kalır.

Burada yiyecek daha çok şey vardır. Vahşi keçiler, et ve süt ihtiyacını karşılarlar. Üstelik farklı farklı meyveler, baharatlar bulur, “protein temelli” beslenmekten bir nebze de olsa kurtulur. Adanın fareleri de vahşidir, gece yattığında Selkirk’ten ufak ısırıklar alırlar. Bundan kurtulmanın yolunu da vahşi kedilere yakın yaşamakta bulan Selkirk, vahşi kedileri kendisine alıştırmayı başarır. Öyle ki, yıllar sonra kurtulduğunda bile memleketinde kedilerle yaşar.

Elindeki malzemeleri iyi kullanır. Adada yetişen Pimento ağaçlarından iki kulübe yapar. Silahı ve bıçağıyla keçi avlar. Fakat silahın barutu bitince keyfi bozulur. Çünkü keçiler işlerine gelince kendisinden rahatlıkla kaçarlar. İcabında kayaya tırmanır, kendisinin geçemediği oyuklarda kaybolurlar.

Aç kalmamak için dere tepe koşmak zorunda kalan Selkirk, keçilerle “aşık atayım” derken bir tepeden yuvarlanır ve kalçasını kırar. Bilincini kaybeder, 24 saat baygın yatar. Ayak tabanları adada yaşamaya başladıktan sonra, öylesine kalınlaşır ki, ayakkabıları parçalandığında yenilerine ihtiyaç duymaz. Geminin gitmeden önce bıraktığı fıçıların demir kenarlarından kendine yeni bir bıçak yapar.

Elbette gelecek bir geminin hasretiyle yanıp tutuşmaktadır ama öyle her gemiye de “merhaba” deyip atlayamaz. Kaçışından önce iki İspanyol gemisi adaya yanaşır, fakat onlara yakalanmamak için bir yere gizlenir, gemiler adadan ayrılana kadar yerinden bile kıpırdamaz. Çünkü İspanyollar, İskoçları sevmezler. Hele bir de yakaladıkları bir korsansa, hayal bile edemeyeceği eziyetleri görmesi kesin gibidir.

Adadan Kurtuluşu

Sonunda beklediği gün gelir. 2 Şubat 1709’da Duke isimli bir gemi tarafından adadan kurtarılır. Bu gemi de daha önce sözünü ettiğimiz William Dampier’e aittir. Selkirk’in bu ada macerası tam 4 yıl sürmüştür. Kendisini adadan kurtaran geminin kaptanı Woodes Roger, Selkirk’e “Adanın Valisi” yakıştırmasını yapar, kısa sürede Selkirk’le dost olurlar.

İrlandalı yazar Richard Steel, kendisiyle bir röportaj yapar ve bu röportajını “The Englishman” (İngiliz) ismiyle yayınlar.

Selkirk, memleketi Lower Largo’ya geri dönse de burada fazla kalamaz. Önce İngiltere’ye geçer, sonra oradan tekrar denizlere açılır. (1717)

“İnsan nasıl yaşarsa öyle ölür!” derler. Alexander Selkirk de denizde can verir. Teğmen olarak görev yaptığı kraliyet gemisinin kayıtlarına göre 13 Aralık 1721’de hayatını kaybeder. Ölüm sebebi muhtemelen “sarıhumma”dır.

Ölümünden Sonra

Olayın yaşandığı ada, 1966’da Robinson Crusoe Adası olarak isimlendirilir. Güney Amerika’da Şili’nin 700 km açıklarında bulunan Juan Fernández Adaları’nın en doğusundaki ada ise Alejandro Selkirk Adası olarak isimlendirilir.

2000 yılında Japon araştırmacılar, bu adada 18. yüzyılın başlarına ait eşyalar bulmuşlardır. Bu eşyaların Selkirk’e ait olduğu sanılmaktadır.

Selkirk’in hayat hikâyesi, Daniel Defoe’nun meşhur Robinson Crusoe hikâyesine zemin hazırlar. Yazarın bu kitabı öylesine ilgi toplar ki, Robinsonnade isimli bir akımın doğmasına yol açar. Jonathan Swift’in Gulliver’s Travels (1726); Johann Wyss’in, The Swiss Family Robinson (1812) ve J. M. Coetzee’nin, Foe (1986) kitapları bu akımla beraber yazılırlar.

Hâlâ, gündelik hayattan sıkılan, bulunduğu şehrin karmaşasından uzaklaşmak isteyen bazı erkekler, Robinson Crusoe gibi bir adaya yerleşmek ve orada kafa dinlemek isterler.

Hayal mahsülü bir karakter, gerçeğinin önüne işte bu şekilde geçebiliyor.

Geçmişe Mazi Derler, Ahmet Sarbay, İstanbul-2015

Paylaşın:

Sevebilirsin...