Ago Paşa

Paylaşın:

Refik Halit Karay, Osmanlının son dönemlerinde yaşananları, “Ago paşa” adındaki bir papağanın dilinden şöyle aktarıyor.

Ago Paşa’nın Hatıratı“Bir zamanlar bir kuşçu dükkanında talim ve terbiye gördüm. Karşımızdaki bahçenin adına Millet Bahçesi derlerdi. Bunu gelip-geçenlerden işite işite ezberledim. İkide bir: “Millet bahçesine gidelim!..” diye lüzumlu lüzumsuz haykırırdım. Bilmem ne oldu ki, bir gün dükkana iki polis girdi; beni göstererek sahibime hiddetli şiddetli emirler verdiler. Zavallı dükkancı:

– Kuştur, aklı ermez, ne söylerse onu tekrar eder! diye itirazlar etti ve onlar gider gitmez yanıma koştu; -Allah belanı versin! diye haykırdı. Beni süründürecek misin? Bir daha millet kelimesini ağzına alırsan dilini koparırım anladın mı? Orasının adı bundan sonra Belediye bahçesi, söyle bakayım, tekrar et!..

Beni bir konağa verdiler. Yeni bir derse başlamıştık: ‘Yaşasın hürriyet!..’ Bu ne demekti?.. Kuş kafamla bunu idrak edemezdim. Fakat bakıyorum konakta da kimsenin henüz anladığı yoktu. Neyse benim vazifem bilir-bilmez, anlar-anlamaz herkes gibi ‘Yaşasın hürriyet!’ diye bağırmaktan ibaretti. Haftasını geçmemişti; konağın balkonundan caddeden geçen halka her zaman olduğu gibi: ‘Yaşasın hürriyet!’ diye haykırıyor, birçok takdirlere nail oluyordum.

Bir akşam; kendiliğimden, sokaktaki göstericilerden sanarak, ‘Yaşasın Niyazi! Yaşasın Enver!..’ diye bağırınca, zavallı efendimin sevincinden (!) üzerine bir fenalık geldi. Biraz ayılınca ‘Sabahtan tezi yok hemen Ago Paşa’yı İttihat ve Terakki genel merkezine hibe ediyorum. Bana yine selamet kapısı açıldı!’ diye söyleniyordu. Nitekim öyle de oldu. Hürriyet beni de girdiğim konaktan seneler sonra çıkardı. Beni de refah ve sükundan ayırarak maceraya ve olayların akışına kaptırdı. Ah bu genel merkez!.. bereket ki, üç gün kaldım. Kaba, hantal, şivesiz bir sürü adam, kafesimin önünde toplanıyorlar: ‘Aha! Kuşa da bak, ne hürriyet-perver!..’ diye söylenirlerdi. Orada da, kapıya devamlı gelen göstericilerden: ‘Yaşasın cemiyet!..’ demeyi öğrendim. Koyu bir ittihatçı olmuştum.

Resneli Niyazi

Genel merkezden beni bir nüfuzlu zatın evine gönderdiler. Balkonda asılı bir kafesteydim. Devamlı ‘Yaşasın hürriyet! Yaşasın cemiyet, Yaşasın Niyazi, Yaşasın Enver’ diye haykırıyor, başıma yüzlerce adam topluyordum. Yine sahibimin keyfi yerinde idi:

‘Verin Ago Paşa’ya şamfıstığı!..’ diyor, beni takdirlere gark ediyorlardı. Bu minval üzere yedi ay geçti-geçmedi; bir sabah, ben balkonda latif bir mart güneşine karşı: ‘Yaşasın ittihat ve Terakki!..’ Diye gırtlağımı yırtarcasına haykırırken odaya efendim pür-telaş girdi:

– Susturun şu kuşu, şu mel’un kuş beni öldürtecek, evimi yağma ettirecek! diye bağırdı. Hemen koştular kafesimi balkondan aldılar, en alt kata indirdiler, üzerime de demir kapıyı kapadılar.

Zifiri bir karanlık. Acaba ne olmuştu, ne yapmıştım; suçum günahım neydi, bilmiyordum. Sonra anladım ki, ‘Yaşasın hürriyet’ modası geçmişti.

Beni tekrar kuş satıcısına verdiler. O akşam yeni bir derse başladık. Bu dersi, yeni parolayı da zabtetmiştim; kuşçunun dükkanından, dışarıda havaya silah sıkan asi askerlere hitaben ben de onlar gibi haykırıyordum. Bu sefer de ihtilalci neferler karşıma geçip: ‘Kuşa bak, dili bize uygun!..’ diye şaşıyorlardı.

Bir sabah övülmek, mükafatlanmak ümidi ile: ‘Yaşasın…!’ der demez, kuşbazım koştu: Sus bre münasebetsiz kuş! Beni mürteci diye astıracak mısın? Çeneni tut, yoksa gaganı koparırım! diye üzerime yürüdü. Derhal sustum, içimden: ‘Allah Allah’ diyordum, ‘bu ne kararsızlık, ne döneklik, devamlı dil değiştirip duruyoruz.’ Bir takdir görüp bir fırça yemekten anamdan emdiğim sü burnumdan geldi!..

Dükkancı ertesi gün, top sesleri arasında bana yeni dersimi takrir etti.

Mahmud Şevket Paşa

‘Yaşasın Mahmut Paşa!’ diye hep haykırıyor; kanat çırpıp azami hürriyet perver heyecan ve neşesini gösteriyordum. Bu gaye sayesinde nihayet Yıldız yağmacılarından ve Hareket Ordusu erkanından birine satıldık, rahata konduk. İri bir gramafonları vardı. Çalına çalına bende: ‘Kimdir onlar? Kimdir onlar? Hareket ordusu!..’ Türküsünü ezberlemiştim; yeni sahiplerimin takdirleri arasında daima tekrar eder dururdum. Fakat, ne kadar da olsa serde kuş beyinlilik var. Bu türkünün arkasından da sokaktan geçen satıcının taklidini yapardım, ‘Lahana turşusu!..’ diye bağırırdım… Binaenaleyh o türkü acaip bir şekle girdi:

– Kimdir onlar? Kimdir onlar? Hareket ordusu! Lahana turşusu!

İşte bu münasebetsizliğimin cezasını çektim. Gayet mutaassıb bir ittihatçı subay olan ve bizzat Hareket Ordusunun başında bulunup o sayede yağmacılıkta altın ve mücevher toplayan efendim, bu alaylı türküyü işitince:

– Vay müstebid, muhalif, mürteci kuş seni… deyip te tabancasını çekmesin ve üzerime silahını boşaltmasın mı? Bereket ki toplayıcı olduğu kadar atıcı değilmiş. Ancak iki metre ötedeki bir çalınmış vazoya isabet ettirebildi. Hemen beni gözünün önünden kaldırdılar. Artık, ittihatçıların nazarında, bir muhalif ve bir mürteci sayılıyordum.

Şayet Hürriyet ve İtilaf erkanından birisi kendilerine mensubiyetimi duyup, derhal beni satın almasaydı; bulunduğum evde açlıktan helak olmam muhakkaktı. Yeni sahibimin, her zaman kafesimin başına bana gelir, ‘Haydi Ago Paşa, şu; kimdir onlar türküsünü çağır bakalım’ derdi. Derhal terennüme başlardım; adamcağız keyfinden bayılırdı. Meğerse Hareket Ordusu girdiği zaman onu da zindanlara sokmuşlar, divan harblere sürüklemişlerdi. Şimdi bana söyleterek hıncını çıkarıyordu. O esnada Arnavutluk vak’ası olmuş. Büyük kabine, Babıali’ye oturmuştu.

Binaenaleyh işim gücüm, artık: ‘Yaşasın Kamil Paşa!..’ diye haykırmak olmuştu. Muhalif efendim, bu avazemden o derece memnun oldu ki, ortasında mor bir yeni dünya sallanan yepyeni bir sarı kafes aldı; ayçiçeğini de şamfıstığı ile değiştirdi. O günlerde bir vilayete tayin olunmak üzere bulunuyordu. Neşesine diyecek yoktu. Fakat bir sabah, her şeyden habersiz salonda ben: ‘Yaşasın Kamil Paşa!..’ diye haykırırken ne olsa beğenirsiniz? Efendim, yanıma her tarafı tirtir titreyerek, sapsarı, sakalı, bıyığı karışmış bir halde girdi:

– Sus budala kuş! Beni tekrar divanı harplere mi sürükleyeceksin? diye bağırdı. Ah! dilim dönseydi de ona şöyle çıkışsaydım: ‘Behey adam sizin hiçbir işte sebatınız yok mudur? Daha dün söyle diye yalvarıyordun, bugün (sus!) diye haykırıyorsun… Ben ne diyeceğimi şaşırdım, sen de ne yapacağını bilmiyorsun! Budala, ahmak, dönek, münasebetsiz, hep sensin, sizsiniz bütün insanlar!..’

Muhalif değil mi? Ondan korkmuyordum, ne vurabilir ne dövebilirdi. İnadıma haykırdım:

– Yaşasın Kamil Paşa!

Biçare adam munis bir sesle şöyle söyledi:

– Yavrum ille Yaşasın diye bağırmak istiyorsan bari bir kârlısına bağır. Yaşasın Mahmut Şevket Paşa! de… Zira yine o geldi, hem de sadrazam olarak…

İttihat ve Terakki’nin kurduğu sehpalardan bazıları

Onun bu kadar çabuk dönüp gideceğini ben nereden tahmin edebilirdim. Bir zaman da tekrar ‘Yaşasın Şevket Paşa!’ lara devam ettim. Bir akşam yine öyle bağırıyordum, efendim ağzı kulaklarında içeri girdi; ‘Ago paşa, senin duan makbul olmadı. Şevket Paşayı vurdular!..’ Dedi. Ben açıkgözlülük yapmak istedim:

– Yaşasın Kamil Paşa!.. diye bağırdım, hoş düştü amma bu gevezeliğim ertesi günü bizim efendinin Bekir ağa bölüğüne tıkılması, sonra da Sinop’a gönderilmesine sebep oldu. Komşulardan bir ittihatçı, bire bin katarak ve ‘Efendi ile kuşu, sabahlara kadar şenlik yaptılar’ diyerek bizi divanı harbe ihbar etmişti.

İşte bu tarihten itibaren artık rahat yüzü görmedim. Filvaki tekrar bir ittihatçı evine satılmıştım. Bol gıda alıyordum; lakin hemen hemen her tarafta yeni bir (Yaşasın!) öğrenmeye mecburdum; zira I. Dünya Harbi patlamıştı:

– Yaşasın harp! dedim. Derken Almancılık moda oldu.
– Yaşasın Hindenburg demeyi belledim. Arkasından Enver Paşa’yı övmek icab etti…
– Yaşasın Enver Paşa! diye haykırdım. Kanal seferleri çıktı… Arasıra:

-Yaşasın son zafer!.. naralarıyla milleti teselli etmek ve gururlarını okşamak gerekiyordu. Haykırmaktan gırtlağım iltihaplanmıştı. Üstelik bir de: ‘Asker olacağım ben!..’ türküsünü öğrenmek mecburiyetinde kalmayayım mı? Daha kötüsü, yeni efendimin bir zübbe kızı vardı. Türkçe şiirlere meraklıydı, tutup da bana Mehmet Emin beyin kaleme aldığı tatsız-şivesiz bir takım manzumeler ezberletmeye kalmışmasın mı? Kendi kendime;

– Ah, diyordum; neymiş o otüzüç senelik mesud Abdülhamid devri!.. Yalnız bir cümle öğrenmiştim (Yaşasın!)… Fakat ne becerikli, ne feyizli, ne hassalıymış!..

İttihat ve Terakki Kartpostalı

Bakıyorum şimdi her yeni (Yaşasın); memleketin birkaç vilayetine, birkaç milyon ahalisine oluyor. Fakat derdini kime anlatırsın?.. Ben, ortalığın fenalığını şu papağan aklımla kafesimin ardından görüyordum da, sizler gezip tozmakta hür olduğunuz halde insan zekasıyla bir adım ilerisini seçemiyor, sezemiyordunuz. Artık memlekette ne Şamfıstığı, ne Arabistan fıstığı kalmıştı; ayçiçeği tohumu bile nadirattandı. İnsanlar ekmek diye süpürge tohumu, saman, toprak yerken; benim fıstık istemekliğim münasebetsiz olmaz mıydı? Binaenaleyh ne bulursam yutmağa mecbur kalıyordum; zayıflamış sersemleşmiş, neşesizleşmiştim. ‘Yaşasın son zafer!’ diye haykırıyordum ama doğrusu içimden: ‘Yaşasın barış’ demeyi arzu ediyordum. Galiba bütün millet te benim gibi düşünüyordu. Sulh, beni Amerikan fıstığına kavuşturacaktı, nasıl istemezdim? Darı ve mısır yemekten bağırsaklarım kurumuştu…

Tam o sırada talih imdadıma yetişti. Bir savaş zenginine, iki çuval şeker karşılığında satıldım. Baktım ki savaş, gayet iyi bir şeymiş… O ne bolluk, o ne israf, o ne hayattı?.. Asıl şimdi, hem de canu gönülden; ‘Yaşasın Savaş’ diye haykırıyordum; harbin faydalarını bizzat görmüş, nimetlerine gark olmuştum. Zira kim bilir nerelerden ne bahasına bana her cins fıstık getiriliyor, önüme kutu kutu şekerlemeler serpiliyordu. Yedikçe yedim, şiştikçe şiştim, dilim öyle bir açıldı, öyle bir coştum ki ki:

– Yaşasın Hindenburg! diye haykırdığım zaman, yedi mahalle avazımdan taciz olurdu; içimden müthiş bir harp taraftarlığı, bir vatanperverlik, bir hamiyetle fışkırıyordu ki, ancak günde yüz kere:

– Yaşasın zafer!.. diye bağırarak kendimi, ateşimi ve heyecanımı teskin edebiliyordum. Aksi gibi bu mutluluk ta uzun sürmedi; bir sabah harp zengini sahibim, odama şaşkın bir halde girdi: ‘Mütareke oldu, harp bitti, ben de bittim!’ diyerek, bir boş şeker çuvalı gibi yere çöktü. Ben bilir miyim, teselli için:

– Yaşasın Enver Paşa! Yaşasın Hindenburg! diye bağırmaya başladım. Sahibim:

– Allah ikisinin de belasını versin; ne vardı dört yılda mağlup olacak?.. Ne aciz, ne iktidarsız heriflermiş… İki yıl daha dayanamazlar mıydı? diye söyleniyor, küfürler ediyordu. Beni hiddetle bir emekli Paşa’ya hediye gönderdiler; adamcağız vaktini pencere kenarında gazetesini okumakla geçirirdi; hem de yüksek sesle… Nihayet bende ezberimden okumağa başladım:

– Hinoğlu hinler! Zırtapozlar! Çanak yalayıcıları! Zannediyordum ki artık (Yaşasın) devri sona erdi. Hep böyle atıp tutacaktık. Meğerse kaderimde yine (Yaşasın) diye bağırmak varmış. Geçen yıl satıldığım bu evden, ömrüm bir aralık:

– Yaşasın Kuva-yı Milliye! demekle geçti. Sonra sustular, böyle bağırmak yasak olmuştu. Altı aydan beri tekrar müsaade edildi. Binaenaleyh şimdi son nakaratım bu… İnşallah, hayırlısıyla bir de can u yürekten: ‘Yaşasın barış!..’ demeyi başarırsam, ölsem de gam yemeyeceğim.

Ago Paşa’nın Hatıratı, Refik Halid Karay, İstanbul-1923

Paylaşın:

Sevebilirsin...