Tandır başında masal

Paylaşın:

Macar Doktor Ignace Kunos, bundan yaklaşık 130 yıl evvel, o devrin tanınmış ediplerinden Recaizade Ekrem ve Münif Paşa ile birlikte, bir Ramazan akşamı Şair Nigâr hanımın daveti üzerine iftara gider. Nigar hanım Müslüman bir Macar baba ile Emine Rifa’tî adında bir Türk anadan dünyaya gelmiş devrinin oldukça meşhur şaire bir hanımdır.

Tandır ise her evde bulunan bir nevi soba demektir. Tahtadan yapılmış dört kısa ayaklı bir masanın alt kısmına çakılan ortası delik bir rafa oturtulmuş toprak veya saç bir mangal ile kurulurdu. Yanmaması için masanın altına teneke mıhlanırdı. Bunun üzerine de geniş bir yaygı örtülmek suretiyle sıcaklık içine hapsedilirdi. Etrafına fırdolayı sedirler konur, buraya oturanlar ayaklarını örtünün altına sokarlardı.

Uzun kış gecelerinde sıcak tandırın etrafında oturanlar masallar anlatılırdı. Bu masallar ahlaki değerler taşır, iyinin ve iyiliğin sonunda kazanan taraf olduğunu gösterirdi.

Nigar hanımın evinde iftardan sonra yapılan sohbette Türk halk edebiyatından bahsedilirken konu masallara geldi. Recaizade Ekrem Bey “masalları en ziyade bilen, en çok söyleyen hanımlardır. Ben çocukken masalları ancak annemden veya onun yanında olan cariyelerden, yahut konu-komşu teyzelerden işittim” deyince Nigar hanım söze girerek “annesinin bir masal anlatabileceğini” söyler.

Anne Emine Rifa’tî önce bir girizgah yapar: “Masal söylemeden evvel, bir tekerlemesi vardır. İlk önce onu dinlemelisiniz” deyince Ekrem bey tekerlemenin ne olduğunu şöyle tarif eder: “Masalların ilk kısmı, eğlenceli sözlerden ibaret bir başlangıç…”

Ignace Kunos bundan sonrasını şöyle anlatır:

“Hemen hanımefendinin yanıbaşına oturduk, ağzından çıkacak cümleleri bekliyorduk. Valide hanım, gülümseyerek başladı:

‘Bir varmış, bir yokmuş, Allah’ın kulu çokmuş!… Evvel zaman içinde, kalbur kazan içinde, deve tellâl iken, sıçan berber iken, ben on beş yaşında anamın, babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, var varanın, sür sürenin, destursuz bağa girenin hali budur hey…

Yârân safâ, Bekri Mustafâ, kaynadı kafa… Ak sakal, kara sakal, pembe sakal, yeni berber elinden çıkmış bir taze sakal!…

Kasap olsam sallayamam satırı, nalbant olsam nallayamam katırı, hamamcı olsam, dost, ahbap hatırı… Hiç birisi benim kârım değildir. Doğru kelâm, bir gün başıma yıkıldı hamam…

Dereden siz gelin, tepeden ben; anasını siz sevin, kızını ben; sandığa siz girin, sepete ben; tahta merdiven, taş merdiven, toprak merdiven… Tahta merdivenden çıktım yukarı;

Ol kızlar, andıkça yüreğim sızlar; perdeyi kaldırdım, baktım karşımda bir hanım… Şöyle ettim, böyle ettim; tabanının altına bir fiske vurdum, kendisine yolu sordum!.. Buradan kalktık, çektik çarıkları, vurduk yola… Az gittik, uz gittik, dere, tepe düz gittik; altı ay bir güz gittik… Bir de arkamıza baktık ki, bir arpa boyu yer gitmişiz.

Çektik çarıkları, vurduk gene yola, az demedik, uz demedik, dere, tepe düz eyledik!… Âsâ kırıldı elde, çarık delindi gayri; bir de baktık ki göründü Çin Maçin Padişahının bağları…’

Emine Rifa’tî hanım nefes almak için durduğunda dayanamadım, ‘Arkası yok mu?..’ diye sordum. Nigar hanımın gülerek cveap verdi: ‘Arkası mı? işte şimdi asıl masal başlıyacak’ diyerek devam etti.

‘Vaktin birinde, bir odun yarıcısı varmış, bunun bir de karısı… Bu odun yarıcısı, gündüzleri dağa gidip odun keser, akşam üstü de kestiklerini götürüp pazarda satarmış. O günün küçük kazancının hepsiyle gider, bakkaldan ekmek ve nevale alır, evine getirirmiş. Karısı da onları pişirir, yerler, içerlermiş. Yemekten sonra da; ‘Piş püf de piş püf’ diyerek türkü, çalgı, oyun ile cümbüş edip vakitlerini hoşça geçirirlermiş. Gene ertesi gün olunca odun yarıcısı bermûtat dağa gider, odunlarını keser, akşam üstü satar, parasıyla evine gene öteberi alırmış, yerler, içerler, gene oynayıp cümbüş ederlermiş… Her gün, her gece günlerini zevkle geçirirlermiş.

Günlerden bir gün, padişah geceleri mum yakmayı yasak etmiş. Kimse mum yakamaz olmuş. Fakat odun yarıcısının gece olunca, evinde bir değişiklik görülmemiş. Gene mum yakıp, yer, içer, cümbüş eder, sonra da yatar, uyurlarmış.

Bir gece padişah, tebaasının kendi buyrultusuna ne derece saygı gösterdiğini kontrol için çıkıp, kol gezmeye başlamış. Dolaşırken bu odun yarıcısının evine gelmiş. Bir aralıktan içeri bakmış ki, odun yarıcısının evinde bir çalma, bir oynama var ki, deme gitsin… Padişah, odun yarıcısı ile karısının ‘piş püf’ oyunlarını da bir müddet seyretmiş, sonra kapıya işaret koyup ayrılmış.

Ertesi günü padişah, odun yarıcısının evine bir at ile temiz bir kat elbise gönderip, onu yanına çağırtmış. Adamlar odun yarıcısının evine gelmişler. Kapıyı çalıp, oduncuyu sormuşlar. Kadın, kocasının evde olmadığını, odun kesmek üzere dağa gittiğini söylemiş. Padişahın adamları da kalkıp dağa çıkmışlar, oduncuyu alıp getirmişler. Ona temiz elbiseler giydirip, padişahın yanına götürmek için yola çıkmışlar.

Yolda giderlerken, fakir fukara yolun sağına, soluna iki sıralı dizilip, kendisinden para istemeye başlamışlar. Odun yarıcısı da atının üzerinde elini cebine atmış, bakmış ki para yok. Bir sağına, bir soluna: ‘Dönüşte… dönüşte!..’ diye diye yoluna devam etmiş. Nihayet padişahın huzuruna varmış, etek öpmüş. Padişah kendisine ne iş tuttuğunu sormuş. Oduncu da, dağda odun kestiğini, sonradan bunları satıp parasıyla evine yemeklik aldığını, karısıyla birlikte yiyip içtiklerini, oynayıp eğlendiklerini söylemiş. Padişah bunun üzerine, odun yarıcısına güzel bir de kılıç hediye ederek kendisine kapıcıbaşı yapmış. O da tekrar etek öptükten sonra atına binip, evine gelirken gene yolunun üzerine çıkan fakirler kendisinden para istemişler. Odun yarıcısı tekrar elini cebine atmış. Bakmış ki gene para yok. Bir sağına, bir soluna: ‘Size de yok, bana da yok; bana da yok, size de yok” diye söylene söylene evine gelmiş.

Akşam olmuş. Karı-kocanın gene karınları acıkmış. Adam o gün, odun kesmeyip, vaktini sarayda geçirdiğinden para kazanamamış. Karısına: ‘Para yok pul yok, şimdi ne yapacağız?..’ diye hayıflanmış. Karısı: “Öyleyse hediye edilen şu kılıcı bakkala götür, karşılığında biraz yiyecek al, gel de yiyip eğlenelim’ demiş. Oduncu da kılıcı alıp, doğru bakkala gitmiş. Kılıç karşılığında biraz yiyecek almış. Sonra da karısıyla yiyip içip eğlenmişler.

Bu odun yarıcısıyla beraber gelmiş olan padişah uşağı, bunların yaptıklarını görmüş. Sabah olunca da doğru gitmiş, olanları padişaha haber vermiş. Oduncu ise, ne olur, ne olmaz düşüncesiyle tahtadan bir kılıç yapıp, kınına sokmuş.

Padişah durumu işitince, verdiği kılıcın satıldığını bir oyunla meydana çıkartmak istemiş. Şöyle bir düzen kurmuş; O ülkede bir kimseye yeni bir rütbe verildi mi, bir suçlu adamın başını ona kestirirlermiş. Padişah da adamlarına haber saldırtıp, hepsini bir yere toplatmış. Bir yandan da odun yarıcıyı çağırtmış. Oduncu gene giyinmiş, atına binip saraya gitmiş. Padişah suçluyu meydana getirtmiş. Oduncuya da: “Tez şu adamın başını kes!..” diye emretmiş.

Oduncu, bilir ki kılıcı tahta… Nasıl etsin ?.. Hemen bir kurnazlık gelmiş aklına, kılıcını kınından tutmuş: ‘Ya Rabbi, demiş, şu adamın günahı yoksa kılıcım tahta olsun, eğer varsa kessin!..’ Bunu yüksek sesle bağırmış. Kılıcı çekmiş. Etraf bir de bakmışlar ki kılıç tahta…

Oduncu, padişaha dönmüş: ‘Gördünüz mü sultanım’ demiş, ‘bu adamın günahı yokmuş. Kılıcım tahta oldu, gayri kesmez!..’ Padişah, oduncunun zekâsından çok hoşlanmış Ona konak ve para verip gönlünü almış. Oduncu da karısıyla, hayatının geri kalan günlerini rahatça geçirmiş.

Türk Halk Edebiyatı, Ignace Kunos, İstanbul-1925

Paylaşın:

Sevebilirsin...