Ankara’da Bir İdam
Askeri Mahkeme, 1955 yılında emekli bir askeri, Ruslar hesabına casusluk yaptığı gerekçesiyle ölüme mahkum etmişti. Mahkumun sehpaya giderken yaşadıklarını dönemin dergilerinden biri olan Akis’in sayfalarından ve İsmet İnönü’nün damadı Metin Toker’in kaleminden öğreniyoruz.
Askeri Cezaevinin bir gardiyanı, o dakikaya kadar hücrede yalnız başına oturan iri, şişman ve sinirli bir adamın yanına girdi:
“Giyin gideceksin” dedi.
Mahkum birden irkildi; sakin bir hâli yoktu, asabi idi, ağzından kelimeler güçlükle dökülüyordu:
“Nereye?” diye sordu.
Bu suali cevapsız kaldı. Giydirdiler, etrafını nöbetçiler, gardiyanlar aldı, bir jibin içine yerleştirdiler ve hareket edildi.
Mahkûmun adı Hayati Karaşahin idi. Sovyet Rusya hesabına casusluk yaptığı iddiasıyla uzun müddet muhakeme edilmiş ve sonunda askeri mahkeme vatana ihanet gerekçesiyle idama mahkûm etmişti.
Olay gazetelere yansıdığında herkes, vatana ihanet eden Hayati Karaşahin’in idamını olumlu karşılamıştı. Fakat Hayati Karaşahin ve avukatı, hukuk imkânları içinde “can kurtarmak” için teşebbüsleri elden bırakmıyorlardı.
Davanın dosyası Büyük Millet Meclisine geldi, tam tasdik edilip, infazına gidileceği sırada Hükümet dosyayı geri istedi, askeri yargıtay yeniden tetkiklerde bulundu, tekrar B.M.M. ne gönderildi. Bu, son gönderişti.
(…)
Hayati Karaşahin, eski bir askerdi, bahriyeli idi. Ordudan – hangi sebepten bilinmiyor – ihraç edilmişti. Çeşitli işlerde bulunmuştu, son olarak kendisine edindiği iş casusluk idi. Ankara’da Sovyet elçiliğinin duvarlarından bazı askerî bilgileri içeren kitapları atarken polisler tarafından yakalanmıştı. Yapılan tetkikler ve takibat Karaşahin’in bu işi bir kaç zamandır yaptığını gösteriyordu, çünkü son defa attığı mektupta sefaretle irtibatı olduğunu ortaya koyuyor, “bir dahaki sefere şunları, şunları atacağım” diye izahat veriyordu. İşte Hayati Karaşahin, bir dahaki sefere “şunları, şunları” sefaret duvarından atamadı, yakalandı.
İdam günü
Hayati Karaşahin, önce kendisini hastahaneye naklettiklerini zannetti. Çünkü bir gün evvel, intihara teşebbüs etmiş, nöbetçiler tarafından yakalanmıştı. Fakat jibin gidiş istikameti hiç de hastahaneye doğru değildi.
Birden anladı, her ümidin, her kurtuluş ümidinin kaybolduğunu sezdi: “Beni hapishaneye götürüyorsunuz, idama götürüyorsunuz” diye inledi. Etrafında on beş, on altı kişi vardı; muhafızları idi. Her biri taştan bir sükût içindeydi. Hayati’nin söylediklerini, sızlanmalarını işitmemezlikten geliyorlardı. Sanki insan değil, robottular; konuşmaz, düşünmez, sadece hareket eden robotlar…
Karaşahin’i ceza evinin özel bir hücresine koydular. Kendi başına kaldı, ilk önceleri söyleniyordu “ben suçsuzum” diyordu. Bu söylenme uzun zaman devam etti.
Karaşahin üst üste sigara içti, asabi bir insanın haleti ruhiyesi içinde sigaraları yarım söndürüyordu. Sonra, kaldırdı, sigara paketini bir köşeye fırlattı. Yatağın üzerine yattı, hıçkıra hıçkıra ağladı, bol bol ağladı, bir daha da sigara içmedi. Derin bir düşünceye daldı, gardiyanları tersledi ve kendi başına düşündü, düşündü. Bu hâl hava kararıncaya kadar devam etti.
Bir hoca efendi geldi ve günahlarının affı için Allah’a dua etmesini, namaz kılmasını kendisinden istedi. Bir idam mahkûmunun duası nasıl olabilirse, nasıl bir haleti ruhiye ve cansızlık içinde dua edebilirse, öylecesine dua etti, namaz kıldı; hareketleri otomatik, şuursuz idi.
Gece
Sonra tekrar yalnız kaldı. Saatin on ikiye yaklaştığı bir sırada cezaevinin kapısında küçük bir otomobil durdu, içinden bir erkek ve bir kadın çıktı, Hayati Karaşahin’i görmek istediler. Nöbetçi içeriye girmenin kesinlikle yasak edildiğini bildirdi. Otomobilin içinde bir başka kadın bulunuyordu, siyahlar giyinmişti, yüzünü de siyah bir peçe ile örtmüştü. Red cevabı karşısında dönüp gittiler, bunların kim olduğu kesin olarak öğrenilemedi. Fakat Hayati Karaşahin’in eski karısı ve akrabaları olduğu tahmin ediliyor.
Saat, sabahın üçünü geçiyor. Ankara’nın Samanpazarı meydanının etrafını polisler, jandarmalar çevirmişti. Kimseyi geçirmiyorlardı, taşkınlık olmasının önüne geçmek için tertibat alınmıştı. Fakat halk polis çemberinin etrafını doldurmuştu. Bir idam cezasının meraklısı pek fazla idi. Kadınlar kalabalığın yüzde ellisini teşkil ediyordu. Çocuklar babalarının ellerinden tutmuşlar, sualler soruyorlardı.
Meydanın bir kenarına infaz aleti yerleştirilmişti; üç demir boru birbiri ile bağdaşmış, üç borunun ortasından bir ip aşağı doğru sarkmıştı. Bir masa hemen ipin yanında duruyordu, bir de küçük merdiven vardı.
Meraklılar sadece halk değildi. Gazetecilerin bu kadar bol olabileceği bir toplantı görülmemişti; bir basın toplantısında veya önemli bir kongrede bu kadar bol gazeteci bulunamazdı. Gazetecilerin yanında devlet operasının, tiyatrosunun sanatkârları yer almıştı. Radyoevinin ileri gelenlerinden bazıları da orada idiler. En dikkatli olan devlet tiyatrosundan Şeref Gürsoy, en heyecanlısı radyodan Erdoğan Çaplı (piyanist) idi. Herkes birbirine sokulmuş, ıslak ve yağmura çalan bu havada cezanın infazını bekliyordu. Bir sessizlik vardı; polislerin bazı gayretkeş hareketleri olmasa kocaman meydanda yüzlerce halkın ağzından tek ses çıkacak değildi.
Sehpanın hemen yanında, asılma hükmünü vermiş olan hâkim, Askeri Siyasî Mahkeme Reisi Güverte Deniz Yarbayı Rahmi Abrak, infaz savcısı Sami Coşarcan, Birinci Ağır Ceza Savcısı Fethi Olcay, duruyorlardı. Birden bir motor homurtusu işitildi, ilk önce bir jib arabası, arkadan hapishane arabası geldi, sehpanın hemen yanında durdu. Herkes titreşti, hafif bir rüzgâr vardı, çişeliyen yağmur etrafı ıslatıyordu.
Arabasının kapısı açıldı, on beş adet gardiyan indi, sonra sırtında beyaz bir gömlek, başında takke ile bir külçe asfaltın üzerine yığıldı, kaldırdılar ve kollarına girerek sehpanın yanına götürdüler; titriyordu. Bu Hayati Karaşahin idi; hayatiyeti olmıyan bir insan, şuursuz bir kitle, bir et kitlesi… Masanın üzerine çıkardılar, müphem ve korkulu gözlerle ipe bakıyordu; yağlanmış ip ise sâkin ve avını beklercesine duruyordu. Hoca, “metin ol!” dedi. Hayati Karaşahin boş bakışlarla baktı, kaldı.
Askeri mahkemenin reisi, infaz kararını kendisine okudu. Bunları Hayati Karaşahin dikkatle dinledi, fakat birden umulmadık bir hâl oldu, canlandı, sanki alay ediyordu, sanki yaptıklarından nadim olmamıştı, sanki idama değil, beş on senelik bir hapse mahkûm ediliyordu. Kararların okunuşu sırasında durmadı, alay etti, bir şeyler söyledi, güldü. Fakat bu gülüş, bu sakin görünüş, cesaretten değil, sahte bir duruştan ibaretti.
Kendisine “Son arzun nedir?” dediler. Birden bağırmağa başladı, adaletten bahsetti, mahkemelerin âdil kararından dem vurdu, B.M.M. nin kararını övdü. Bunlar cesaretli sözlerdi, birden mâsum olduğunu da ilân etti, kalabalık dalgalandı, “lânet sana” diye bağıranlar oldu, sonra “susun, susun dinleyelim” dediler, halk tekrar sessizliğe büründü.
Hayati Karaşahin bütün bu ümitsizlik içinde dahi “beni affedin” diye sızlandı. Sonra vasiyetini bildirdi, ağzındaki altın dişlerin sökülmesini, satılmasını ve bununla cenazesinin kaldırılmasını istedi. Yanındaki cellâda döndü, “haydi” dedi. Birden gene küstahlaşmış, cesaretlenmiş gibi idi. Cellât işin acemisi idi, bir çingene gelmemişti, “ben hayatımda tavuk bile boğazlamadım” diyerek talebi reddetmişti. Sadi adında bir hademe 150 lira karşılığında Hayati Karaşahin’i ipe geçirmeği kabul etmişti.
Fakat ip yukarıda, Karaşahin aşağıda kalmıştı, “Bana bir iskemle verin de rahat olsun” dedi. Bir iskemle koşturdular, üzerine çıktı, boğazını ipe uzattı, yüzü takallüs etmişti, gülmek ve ağlamak arasında çizgiler belirmişti. İpi boğazına geçirdiler, cellât aşağıya indi, masanın ayaklarına tekmeyi yapıştırırken, Hayati Karaşahin’in de ayni harekete giriştiği görüldü. Bir boşlukta sallanma, bir debelenme, hırıltılar ve boğazı sıkılan bir insanın gösterdiği hareketler… Karaşahin ipin etrafında döndü, döndü, döndü. Bir müddet böyle devam etti, bir buçuk dakika sonra muayene ettiler ölmüştü. Üzerine infaz yaftasını astılar, “Vatana ihanet suçundan…”
Polis halkı yavaş yavaş dağıttı, ceset sabahın yedisine kadar ipin ucunda sallandı; gelenler görenler vardı. Sonra her şey normale döndü, meydan iyiden iyiye boşaldı, yalnız bir ihtiyar kadın ağlıyordu. Akıl hastası idi, kaldırdılar götürdüler.
Bir başka adam da cesedin kaldırılmasını bekliyordu, cesedi kaldırdılar, o adam da beraber gitti. Etrafındakiler sordular, “ağzındaki altın dişleri ben sökeceğim” dedi ve uzaklaştı.
Akis – 23 Nisan 1955