Helanın da Bir Tarihi Var
En eski tuvaletlere, M.Ö 4000’li yıllarda Mezopotamya’da rastlanır. Hindistan’da, Suriye’de ve daha başka yerlerde tıpkı bizdeki gibi alaturka helalar bulunuyordu. Hatta Mısır’da Firavun mezarlarına, banyo ve tuvalet ilave etmek gibi ilginç bir adet bile vardı. Van’da ortaya çıkarılan ve MÖ 800’lü yıllara tarihlenen tuvalet kalıntısı ise, bugünkü “alaturka tuvalet”in aynısıdır. Hitit uygarlığında da dönemine göre bir hayli gelişmiş kanalizasyon sistemi vardı.
Ancak yüzümüzü batıya çevirdiğimizde, burnumuza hoş olmayan kokular gelir. Batı insanının ifrat ve tefrit arasında bocalayıp bir türlü orta yolu tutturamaması “def-i hacet” konusunda da görülür. Eski Yunan Medeniyetinin burnu pis kokudan kurtulmazken, Eski Roma işi fazla abartmış. Mesela Herodot’un yaşadığı o parlak devrede, eski Yunanlılar helayı bilmezlermiş. Herkes gece karanlığında sokak aralarında işini görürmüş.
Roma uygarlığında tuvaletler birer toplumsal kurumdu. Bir tür meclis görevi yaparlardı. Şehrin ileri gelenleri, tüccarları 30-40 kişilik umumi tuvaletlerde yüzyüze oturarak hem ihtiyaçlarını giderir, hem de kentin yüksek menfaatlerini tartışır, iş ilişkileri kurarlardı. Günümüzde böyle bir mekanı dünya gözüyle görmek isteyen varsa, bir koşu Efes harabelerine gidebilir. (Adrian Kitaplığını arkana alacaksın, sağdaki rampayı biraz çıkınca solda…)
Pisliğe batan Avrupa
Tarihçiler “mekan” olarak tuvaletin, Doğudan Batıya geçtiğinde hemfikirler. Fakat bu geçiş yüzyıllar sürmüş. Ortaçağ Avrupasında görülen salgın hastalıkların başta gelen sebeplerinden biri de buymuş…
Elhak doğrudur. Zira bizzat kendi eserlerinden öğrendiğimize göre “her türlü pislik” sokaklara dökülürmüş. Mesela 1388 yılında İngiltere Kralı II. Richard göl ve derelere def-i hacet yapılmasını yasaklar. Ancak nereye yapılacağını söylemeyi unutur. Zavallı halk ne yapsın? Çözümü sokakta arar. Evinde ürettiği her türlü pisliği; büyük, küçük ne varsa sokak camından aşağı salar. Bu iş o kadar azıtılmış ki, mesela Edinburgh’da gece sokağa çıkma gafletinde bulunan birisi, başına bir oturağın boşaltılmasını önlemek için, sürekli olarak “heed your handle” (elindekine dikkat et) diye bağırmak zorunda kalırdı.
Fransa pek mi iyi durumdaydı sanki? “Güneş Kral” denen XIV. Louis‘in Paris’inde de her çeşit kirli su gece gündüz demeden pencereden sokağa, bahçeye boşaltılırdı. Ancak Fransızlar, İngilizler gibi kaba değillerdi. Eline lazımlığı alan pencereyi açar ve aşağıdakinin cinsine göre, cümle başına bir mösyö, matmazel veya madam ekleyerek “gare a l’eau” (suya dikkat!..) diye bağırıp boşaltıverirdi.
Özel sektör halkın hizmetinde
Her sahada olduğu gibi, bu konuda da özel sektör devreye girer. Başına kazurat yiyenler için, 19. yüzyılın en büyük keşfini yaparlar. İlham, Yahudilerin dini simgesi olan şapkadan gelir. Benzerlerini, güneşliğini leğen gibi bol tutarak imal ederler ve fötr şapkayı piyasaya sürerler. Münasebetsiz maddelerce kirlenmek istemeyenlerin çokluğu sebebiyle, bu moda, kadın ve erkekler arasında çok tutulur. Öyle ki; “oturak terörü” 18’inci yüzyılın sonuna doğru polisçe yasaklanmasına rağmen, bu moda hala revaçtadır.
“Herşeyi devletten beklemek olmaz” sloganıyla hareket eden özel sektör, çözüm üretmeye devam eder. “Seyyar umumi hela” görevi gören, ellerinde pelerinle dolaşıp, ihtiyacı olanları bu pelerinin altına alarak işlerini görmelerini sağlayan ve bunun karşılığında da para alan kişiler türer. Ancak, elde edilen “mamulat” yine sokaklara dökülürdü.
O dönemin Paris’inde, çevrede insan olup olmadığı hiç önemsenmeden her yerde rahatlama serbestliği vardı. Hatta Louvre Sarayı’nın merdivenlerinde bile ihtiyaç giderilirdi. Bu sebeple İspanya, Almanya ve Fransa’da saraylar leş gibi kokardı.
Ahmet Sarbay, Geçmişe Mazi Derler, 2003