Amerika’ya şekil veren Osmanlı padişahı / Alan Mikhail
Amerika, Protestanlık ve kahvenin kökünü İslam tarihinde aramak gerekir.
Amerikanlıların çoğu, sabahları yudumladıkları bir fincan kahvenin kendilerini aslında Osmanlı İmparatorluğu’na bağladığının farkında değildir. Artık tarihe malolmuş bu Müslüman devletin, Amerika’da yaygın olan Hıristiyan mezhebi Protestanlığın doğmasına yardım ettiğini ve Amerika’yı “keşfeden” Avrupalı kâşiflerin bu keşfi mecburen yaptıklarını çok az kişi biliyor. Hatta bazı Amerikalılar, Osmanlı İmparatorluğu’nun ne olduğunu dahi bilmiyor. Amerikalılar, Ortadoğu’yu düşündüklerinde, onu genellikle Amerikan savaşları için bir tiyatro sahnesi ve kendisine petrol sağlaması için gerekli bir kaynak olarak görüyorlar. Yine de hepimiz, kültürümüzün ve tarihimizin önemli bir parçasını, Ortadoğu tarihinin en önemli gücü olan Osmanlı İmparatorluğuna ve özellikle bizden 500 yıl önce yaşamış bir padişaha borçluyuz.
Bu Eylül (2020), benzersiz ancak unutulmuş tarihi bir şahsiyetin, Osmanlı İmparatorluğu’nun dokuzuncu padişahı I. Selim’in vefatının 500. yıldönümüdür. Sultan Selim’in hayatı ve hükümdarlığı, günümüze kadar süren izleriyle, dünya tarihinin belki de en önemli yarım yüzyılını kapsamıştır. I. Selim, Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Kafkasya’da yaptığı savaşlarla Osmanlı topraklarını neredeyse üçe katlamıştır. Onun zaferleri, İtalyan kâşif Kristof Kolomb, Alman Katolik rahip Martin Luther, İtalyan diplomat ve siyaset filozofu Niccolo Machiavelli veya çağdaşlarından çok daha etkili bir şekilde, dünyayı tam anlamıyla değiştirmiştir.
1517’de Sultan Selim ve ordusu Kahire üzerine yürümüş ve Müslüman dünyasındaki en büyük rakibi Memlük İmparatorluğu’nu mağlup etmiştir. Sultan Selim artık neredeyse tüm hükümdarlardan daha fazla bölgeyi yönetiyor, küresel egemenliğin anahtarlarını elinde tutuyordu. Dünyanın merkezini kontrol ediyor, Akdeniz, Hindistan ve Çin arasındaki ticaret yollarını tekelleştiriyor ve Eski Dünyanın tüm büyük denizlerinde ve okyanuslarındaki limanlara ev sahipliği yapıyordu. Müslüman alemindeki dini otoritesi artık rakipsizdi. Muazzam nakit kaynakları, toprağı ve insan gücü vardı. Hükümdarlığı o kadar çok tesirli hale gelmişti ki, insanlar ona “Allah’ın yeryüzündeki gölgesi” unvanını vermişti.
Memlüklerin yenilgisi, çağın iki büyük jeopolitik ve küresel gücü olan İslam ve Hıristiyanlık arasındaki dengeyi tamamen değiştirdi. Bu dönemde din, bireyin kişisel bir tercihi olarak yalnızca özel hayatta ortaya çıkan bir inanç meselesi değil, dünya çapındaki siyasi örgütlenmelerin hareket noktasıydı. 1517’de Sultan Selim, İslam’ın en kutsal şehirleri olan Mekke ve Medine’nin anahtarlarını teslim alarak nüfusunun çoğunluğu Hristiyanlardan oluşan bir imparatorluktan çoğunluğu Müslümanlardan oluşan bir imparatorluğa dönüştürdü. Kutsal şehirlerin anahtar teslimi, onu hem imparatorluğunun siyasi lideri olan padişah hem de küresel bir topluluk anlamına gelen İslam ümmetinin halifesi yapmıştı.
Osmanlılar ve İran’ın Şii-Safevi hükümdarları 1500’ler ve 1600’ler boyunca aralarındaki savaşı sürdürerek, günümüzdeki Sünni-Şii dini ve siyasi ayrımının ilk temellerini atmış oldular. I.Selim’in zamanında tarihte ilk kez, kendini Sünni devlet ve Şii devlet olarak tanımlayan iki siyasi güç, Ortadoğu’da üstünlük için savaşmaya başladılar.
Ancak İslam, Osmanlıların hızlı ve muazzam genişlemesiyle değişime uğrayan tek din değildi. Sultan Selim’in toprak hakimiyeti, Hıristiyan Avrupa’ya sadece maddi değil, manevi bir meydan okuma gerçekleştirmişti. Ne tek tek, ne de birlikte bu büyük Müslüman imparatorluğuyla baş edemiyorlardı. Bu güç dengesizliğini açıklamaya çalışan birçok Avrupalı düşünür, cevapları yalnızca siyasette değil, bu siyasi çöküşe neden olan ahlaki yozlaşmalarda da buluyorlardı. Dinin ve siyasetin birleştiği bu dünyada gücün el değiştirmesi, Tanrı’nın hükmünün tecelli ettiğini gösteriyordu.
Bu eleştirilerin en kapsamlısı Martin Luther’den gelmiştir. Luther, Hıristiyanlığın İslam’a karşı olan zayıflığının, Katolik Kilisesi’nin ahlaki yozlaşmasından kaynaklandığını öne sürmüştür. Papalığın yolsuzlukları, Hıristiyan ruhunu içeriden çürütmüş, Hıristiyan dünyasını düşmanlarına karşı savunmasız hale getirmiştir.
Sultan Selim’in hükümdarlığı sadece ideolojik bir meydan okuma değildi. Hıristiyanların ayrışması için de bir alan oluşturmuştu. Avrupa devletlerinin Osmanlılara karşı savunma amaçlı oluşturduğu askeri mücadeleden dolayı, Katolik güçler, bu ilk dönem Protestan hareketlerini bastırmak için ek savaş kuvvetleri gönderemediler. Sonuç olarak, Luther ve destekçileri, Protestan inancını Alman kasabalarına ve ardından tüm dünyaya yaymak için zaman kazanmış oldu.
Osmanlı İmparatorluğu’nun muazzam büyüklüğü ve I.Selim’in böylesine geniş bir coğrafi alanı kontrol etmede sergilediği kurnaz liderliğiyle ekonomik olarak bir güç merkeziydi. Sultan Selim’in döneminden 18. yüzyılın başlarına kadar Osmanlı ekonomisinin esas güçlerinden biri, küresel kahve ticaretinin kontrol altında olmasıydı. Aslında, kahveyi ilk kez Yemen’i fethederken parlak kırmızı bir meyve olarak keşfeden Sultan Selim’in ordusuydu.
Osmanlılar, bu kırmızı meyveyi nasıl içecek haline getirebileceklerini bularak yalnızca kahve servisinde bulunan kahvehaneleri inşa ettiler. Biz Amerikalılar (ve Starbucks sahibi Howard Schultz) bu kahvehane kültürünü oluşturduğu için Sultan Selim’e teşekkür ediyoruz. Çok azımız, bir Osmanlı padişahının, ticareti jeopolitiğe dönüştüren ve dünyanın kitlesel tüketim mallarından birinin arzını tekeline alan ilk kişi olmasını takdir etmenin bilincindeyiz.
Sultan Selim’in yönetimi o kadar güçlüydü ki, etkisi Avrupa ve Orta Doğu’yu bile aşarak Atlantik’ten Kuzey Amerika’ya kadar ulaşmıştır. 1517’de Sultan Selim’in birlikleri, Kahire’yi fethetmek için yola çıktıktan haftalar sonra, Avrupalılar ilk defa Meksika’ya ayakbastı. Dalgalar onları Yucatán Yarımadası’na doğru iterken, Küba’dan yola çıkan üç İspanyol gemisi, uzakta daha önce görmedikleri kadar büyük bir kent olan Maya kentini gördü. Bu şehir, günümüzde Cancún yakınlarında bulunan Cabo Catoche’dir. İspanyollar, 1517’de buraya “Büyük Kahire” anlamına gelen El Gran Cairo adını verdiler.
O yıl içinde, biri Maya kenti, diğeri Memlük kenti olmak üzere iki Kahire’nin fethi, Sultan Selim’in Batı düşüncesini çok derinden etkilediğini göstermektedir. Mısır’ın bu en ünlü şehri, bir mihenk taşı olmuştur. Yüzyıllar boyunca Kahire yönetimi, Kuzey Afrika’daki ve İber Yarımadası’ndaki İspanyol yerleşimlerini ele geçirmek için gemiler göndermiş, Hıristiyanları yakalayıp hapse atmış ve Avrupa başkentlerine tehditkâr delegeler göndermiştir. Kahire yönetimi, kutsal Kudüs’ü kontrol etmiş ve Avrupalıların Hindistan ve Çin ile ticaret yapmasını engellemiştir. Tüm bu güç artık bir tek kişinin, I. Selim’in elindeydi. Maya kentinin istilası İspanyollar için açıkça büyük bir zafer olsa da, Sultan Selim’in nüfuzunun gücüne denk olamazdı. Bu durum ancak Avrupa’nın zayıflığını kanıtlamıştır.
Osmanlılar, altı asırdan fazla süren iktidar süresince, I. Selim’in saltanatından I. Dünya Savaşı’ndaki yıkılışına kadar dünya sahnesinde başrol oyuncusu olarak kalmıştır. 19. yüzyılda Avrupalı güçler imparatorluğu siyasi olarak geride bırakmaya başladığında, Osmanlıları dünya tarihinden de çıkarmıştır. Avrupalılar, kendi yükselişlerini anlatabilmek için Osmanlı tarihinin sadece 19. yüzyıl kısmını koca bir tarihe yansıtmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun “Yeni Dünya” da ve yaşadığımız zamandaki izlerini görmek için bu görüşü sorgulamak, Osmanlı etkisinin varlığını kavramamıza yardımcı olur. Avrupalıların, yüzyıllardır Osmanlı hâkimiyetini nasıl ele aldıklarını anlamamıza katkı sağlar. Sultan Selim sayesinde Osmanlı İmparatorluğu, neredeyse diğer tüm devletlerden daha fazla güce sahip olmuş, daha fazla bölgeyi kontrol etmiş, daha fazla insanı yönetmiş ve tarih sayfasında daha uzun süre dayanmıştır. Bu tarihi anlamak, ortak geçmişimizde bulunan fakat genellikle göz ardı edilip reddedilen Müslümanların yerini görmemize yardımcı olur.
İslam, günümüzde Amerika’sında, “Batı” karşısında taban tabana zıt olarak, genellikle “tehditkar bir varlık” olarak tasvir edilmesine rağmen, aslında tarihimizin ve kültürümüzün ayrılmaz bir parçası hatta geçmişimizin yapıcı bir gücüdür.
Sonuç olarak Amerika, Protestanlık ve kahvenin hepsinin kökü İslam tarihindedir. Milletimiz ve dünyamız gerçekten de bir Osmanlı mirasıdır.
Prof. Dr. Alan Mikhail, The Washington Post, 20 Ağustos 2020