Hezarfen Necmeddin Okyay
Eskiden, birçok bilim ve sanatta uzman ve söz sahibi olanlara “Hezarfen” (bin fen sahibi) denirdi. Hezarfen Necmeddin Okyay da, neslinin bu husustaki son örneği idi. Hat, ebru gibi sanatların yanısıra okçulukta da çok ileriydi. El ile imal ettiği yay ve oklar benzersizdi. Çiçek, özellikle gül yetiştirme konusunda kimse eline su dökemezdi. Bütün bunların yanısıra nüktedandı, lehçe farklılıkları taklit ederek yaptığı sohbetlerde benzersizdi. Kitapçı Raif Yelkenci, “kisvesi (kıyafeti) müsait olsa,[1] muhakkak ortaoyununa çıkardı” diye yad etmiştir.
Necmeddin Okyay’ı yakından tanıyabilmek için öğrencilerinden Uğur Derman’ın, Doğancılar’da Şehit Süleyman Paşa Camii karşısındaki oğlunun evinde kendisiyle yaptığı röportajı sizlerle paylaşıyoruz.
Hocam, hayat hikâyenizi lütfeder misiniz?
Üsküdar’ın Toygartepesi’nde, yedi sene evveline kadar oturduğumuz evimizde, 19 Rebiülevvel 1300’de (29 ocak 1883) doğdum. “Sait Paşa İmamı” diye anılan ve hak aşığı olarak bilinen Rıza Efendi ki, hakkında Mehmet Akif’in yazdığı uzun bir manzume Safahat’ta vardır, bizim kapı karşı komşumuz imiş. Ben doğmadan dört ay evvel, hiç gelmediği halde, kapımızı çalıp babama: “Bir oğlun olacak, ismini Necmeddin (dinin yıldızı) koy!” demiş. O gece, peder de, rüyasında, yatak odasının penceresine bir kuyruklu yıldız konduğunu görünce, doğduğumda ismimi Necmeddin koymuşlar. Mahalle mektebine devam ederken, Kur’an-ı Kerîm hıfzına başladım ve Ravza-i Terakkî Rüşdiyesi’nde (ortaokul) iken, bitirip hafız oldum.
Hattatlığınız nasıl başladı?
Ravza-i Terakkî’de Talât Bey namındaki yazı hocamız, sınıfın en güzel yazanı olduğum halde, hezaren (bambu) değnekle ellerime vururdu. Rik’a, dîvanî ve celî dîvanîden icazet verdi. Yıllar sonra, bu değnek keyfiyetini kendilerine sorduğumda, “Bir kuyumcunun eline, yontulmamış elmas geçerse, onu kıymetlendirmek için, yontup düzeltir. Kaldırım taşına, emek versen ne olur?” dedi. İşte Talât Bey beni, 18 Şubat 1902’de arkadaşım Abdülkadir’le Nuruosmaniye medresesi vakıf odasında sülüs ve nesih yazılarını öğreten Filibeli Hacı Arif Efendi‘ye götürdü. Bir yandan Üsküdar İdadisine (lise) devam ediyorum. Bu arada, eski is mürekkebini yapmasını da Konyalı Vehbi Efendi’den öğrendim. Lâkin, salı günleri yazı dersine gitmeme müsaade edilmeyince, ben de okulu bıraktım.
Zannederim, o arada ebru öğrenmeye başladınız?
Üsküdar Özbekler Dergâhı Şeyhi Hezarfen Edhem Efendi‘ye ebru ve âhâr[2] için devama başladım. Merhumun, ebruculuktan oymacılığa, mühürcülükten tornacılığa kadar elinden gelmeyen yoktu. Sultanahmet Sanat Enstitüsü’nü tesis eden de odur. Dergâh’ta buhar makinesi yapıp, tatbik ettiği sandalı, Üsküdar iskelesinden Paşalimanı’na kadar başarıyla tecrübe etmişti.
Biraz da ebrudan bahsedelim mi?
Evlâdım, aslında “ebrî” (bulutumsu) olan kelime, halk arasında “ebru” ya dönmüştür. Buhara’dan gelen eski bir Türk sanatıdır. Kitre zamkı mahlutu üstüne, suyla karışmaz toprak boyalar, öd suyu ile ayarlanıp, fırça ile serpilir, muhtelif hoş şekiller yayılır. Üzerine kapatılan kâğıt, bunları aynen emer, kurutulduktan sonra, yazıların etrafını, ciltleri vs. süslemede kullanılır. Ebruda kullanılan renklerin birbiriyle imtizacı hususunda, komşumuz olan meşhur ressam Üsküdarlı Hoca Ali Rıza Bey‘in verdiği dersleri de minnetle anarım.
(Necmeddin Okyay, sonradan bu sanatı öylesine benimsemiştir ki, “yazılı ebrî” den başka hercaî menekşe, sümbül, lâle, papatya, karanfil, fulya, gelincik gibi çiçekleri ebrî’de canlandırmaya muvaffak olmuştur. Bunlar, ilk defa kendi buluşu olduğu için, sanat tarihimizde isimleri “Necmeddin Ebrîsi” olarak geçiyor.)
Peki, ta’lik hattına nasıl başladınız?
Anlaşıldı, sen, Sami Efendi’den bahsettirmek niyetindesin… Biz ta’lik yazmak istediğimiz sırada, bu büyük hat üstadının biricik kızı vefat etmiş, üzüntüsünden yazı göstermiyordu. “Sultan Hamit irade etse, göstermez, lakin bir reddedemeyeceği kimse, Özbek Şeyhi Edhem Efendi‘dir” dediler. Hemen, ebrî hocamız olan Şeyh Efendî’ye koştuk. Bizi Sami Efendi’ye götürdü. Derse başladık. Ertesi hafta gittiğimizde, arkadaşım Abdülkadîr’in meşkine[3] baktı, “Bir daha böyle gelirsen, kendimi evde yok dedirtirim” dedi. Benim meşkimi de şöyle elinde sallayıp: “Al bir mel’abe-i sıbyân (çocuk oyuncağı) daha!” demez mi? Dünya başıma yıkıldı zannettim. Bir daha çalışmaz mısın? Bir hafta sonra titreyerek gittik. Meşke şöyle bir baktı. “Hımm, bizim tekdirin faide-i azîmesi (azarlamanın büyük faydası) görülmüş” dedi. 1912’de vefatına kadar on sene devam ile çok feyz aldık. Öyle bir celî [4] üstadı da ne gelmiştir, ne gelir. Sonradan açılan Medresetü’l Hattâtîn’in bütün hocaları onun yetiştirdikleridir: Kâmil ve Hulusi Efendilerle, Hakkı ve Ferit Beyler…
Sizin de bu “Hattatlar Medresesi” nde hocalığınız var, değil mi?
Evet, ebrî ve âhâr muallimi olarak, 1916’dan kapatılana kadar vazife gördüm. Babıâli’de şimdi “Derleme Müdürlüğü” olan binada idik. Ne feyizli bir yerdi… Oradan yetişenlerden bir Süheyl’im (Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver) kaldı.
Süheyl Bey, sizden “gül çapkını” diye bahsediyor, aslı var mı?
(Ah, seni çapkın diye bastı kahkahayı…) Şimdi de gül bahsine mi geldik? Bu merakım, Tuğrakeş İsmail Hakkı Bey ve Gülcü Şükrü Baba vasıtasilyle 1926’da başladı. Kataloglardan, yeni çıkan gülleri takip ederdim. Toygar’daki evimizin geniş bahçesinde dört yüz çeşit kadar yetiştirdim.
Yaşlandıktan sonra, gülle de eskisi gibi meşgul olamıyorum. Şimdi ne de güzel, renkli kataloglar basıyorlar. Hani koklayasım geliyor. Birkaç yıl evvel, Londra’da bulunan ta’lik talebemden Alî Alparslan, böyle bir katalog gönderdi de şu kıt’ayı ona hitaben yazdım:
(Gül çeşitlerini, Latince isimleriyle birlikte tanıyan üstadın, artık bahçeyle meşgul olmadığı yıllarda bile, kırk çeşit gülü olduğunu hatırlarım. Mayıs geldi mi, nefis bir gül rayihası, daha uzaktan sarar, bahçeye girince de bir renk cümbüşü başlardı.)
Güllerin karşımda her an, solmadan durmakdadır,
Hem temâşâsıyla gönlüm, şâdmân olmakdadır.
Eski bağçem, hâtıra geldikçe dîdem hûn olur
Şimdi, gül tasvîriyle Necmî, geçmişi anmakdadır.
Sonra da, bizim evlâtlardan Neyzen Niyazi Sayın, bunu şarkı olarak bestelemişti.
Cilde nasıl başladınız?
Elime geçen eski eserlerin çoğu bozuk ciltli idi. Onlara kap yapmak hevesini duyardım. “Köşklü Mehmet” isminde bir mücellidin kalıplarını alarak 1926’da eski tarz Türk cildi (Şemse kap) yapmaya başladım. Rahmetli oğlum Sami ile beraber zevkle çalışıp nice eserler çıkardık. Sonradan, Güzel Sanatlar Akademisi’nde “Ebrî ve Ahar” in yanı sıra “Eski Türk cildi” hocalığında da 1948 yılına kadar vazife gördüm.
Soyadınızın “Okyay” lığı nereden geliyor?
Gençliğimizde, Sultantepe’de oturan, Sultan Aziz‘in okçubaşısı Seyfeddin Bey‘e devam edip, eski Türk okçuluğunu öğrendik. Ben 680 gez[5] (449 metre) atabildim. Halbuki okçulukta “kabza” (icazet) almak için, 800 gez (528 metre) atmak lâzımdır. Ancak, bu mevzuda naçizane hizmetim, Fatih’in vakfı olan Okmeydanı’nı satmaya kalkışan Evkaf İdaresine, biri 1922’de Şûrayı Devlet (Danıştay) kararıyle olmak üzere, iki defa mâni olmamdır. Bugün oranın hal-i pür melalini düşündükçe titriyorum. Gecekondular her tarafını işgal etmiş, o canım ok taşları parçalanıyor. Vakıflar İdaresi, oraya yazık etti, bari kalan eserler kurtarılsa…
Tarih düşürme[6] merakınız nasıl doğdu?
Bir hadise için aklıma gelen mısrayı hesap ederim. Allah tarafından, tam veya az tamiyeli tarih çıkar. Tarih düşüreyim diye zorlarsam, imkânı yok olmuyor.
(Üstadın, hakikaten pek tabiî tarihleri vardır. Birkaçını yazayım)
Hocası Sami Efendi’nin vefatına:
Serfürû eyler cihân, târîh-i Necmüddîn için,
Göçdü Sâmî, kaldı Râkım mesleki üstadsız.
Neyzen Tevfik’in vefatına:
Aldı gitti nayını, Nayzen Tevfik meded
Üsküdar’da Pire Mehmet isminde birinin vefatına:
Zıpladı gitti Pire, Âhirete!..
Cumhurbaşkanı, Medine’de Rasulullah aleyhisselamın kabrini ziyaret ettiğinde:
Hâkipây-i Mustafâ’ya sürdü yüz Cevdet Sunay
(Necmeddin Efendi’nin çok önemli bir özelliği de, imzasız yazıların kime ait olduğunu tanıması… Hele, Râkım, Şevkî, Yesârîzâde Efendiler gibi çok sevdiği bazı hattatların yazılarının hangi seneye ait olduğunu bile söylemesine kaç defa şahit olmuşumdur. Kendisinin de nadide bir yazı koleksiyonu vardır. Hocamız bunu da bir nükteyle bağladı)
Efendim, bu kadar merakı yürütmeye nasıl vakit buldunuz?
Benim daimî vazifem, babam, Üsküdar Mahkemesi Başkâtibi Nebih Efendi’den intikal eden, Üsküdar Yeni Camii İmam ve hatipliği idi. Kırk seneden fazla o ulvî makama geçtim. Onun dışında boş kalan zamanımı bu meraklarım doldurdu.
Yetiştirdikleriniz?
Pek çok, ama devam ettiren az… Meselâ ebrî ve ciltte oğlum Sacid ile yeğenim Mustafa Düzgünman, yazıda; ressam Şefik Bursalı, Doç. Dr. Ali Alparslan, Bekir Pekten, Numan Bey, Mesut Kacaralp, Dr. Sadi Belger… Haa Araya kendini yazmayı da unutma…
Uğur Derman, Hayat Haftalık Mecmua, Sayı: 51, 12 Aralık 1968
[1] Eskiden, vazifesi icabı sarık – cüppe kıyafetiyle dolaşırmış.
[2] Âhâr: Yazı yazılacak kâğıtların yumurta akı veya nişasta gibi bir madde ile cilalanıp terbiye edilmesi…
[3] Yazı meşki: Yazı öğretmek için hocanın talebeye, öğrenmek için de talebenin hocaya yazdıkları numune satırlar.
[4] Celî yazı: Geniş ağızlı kalemle yazılan iri yazılar.
[5] 1 gez: 66 cm.
[6] Tarih düşürmek: Eski harflerin her biri, birden bine kadar bir adet karşılığı sayılıp, buna “ebced hesabı” denir. Herhangi bir hadiseyi anmak için, harflerinin toplamı, o seneyi rakam olarak tutan bir mısra söylenir. Buna da «tarih düşürmek» denir. Birkaç çeşidi olup, ekseriya hicrî tarih esasına göre hazırlanır.